9 Nisan 2013 Salı

Yollara düştüm: Amsterdam


Merhaba herkese! Geçen haftaki küçük post'umdan sonra verdiğim arayı mazur gösterecek bir konu ile huzurlarınızdayım. Efendim malumunuz, ben bu ay İstanbul'uma kavuşuyorum. Ama gelmeden önce, bana lazım olan ufak hava değişimi için Amsterdam'ı seçtim, iyi de yapmışım. Şehri çok beğendim, bir hayli de eğlendim. 7 aydır Paris'te yaşayan bana "bu ne soğuk böyle" dedirtse bile, hava güneşliydi, neşemden eksiltmedi. 2 günlük Amsterdam maceramı sizinle paylaşmak ise bu işin en bonusu, en güzeli  oldu :) Hazırsanız başlayalım! 

Heheh, tabii ki kanallardan başlayacaktım :) Amsterdam bir denizcilik şehri olduğu için, su ve suda yaşam onlar için bir yaşam tarzı haline gelmiş. Şehri dolanan 4 tane kanal var, diğerleri de onların uzantıları. Kanalların üzerinde gidip gelen turistik botlar, şahsa ait küçük tekneler, ve suda yüzen evler var, ki bu bana en ilginç geleni. Evet, tekne-evler bunlar, hareketleri çok sıkı denetimlere tabii tutulan ve emlak piyasasında hayli rağbet gören yapılar. Genellikle sanatçıların oturduğunu söylüyorlar, ben çok sevdim. Yok akıntı bilmemne, beni kanal tutar derseniz, böyle buyrun:


Amsterdam'ın kimliği haline gelmiş evlerine. 8000 tanesi özel mülk olan bu evleri bu kadar ünlü hale getiren şey, tabii ki dış cephelerin benzerliği ve zamanla yaşadıkları bu "kanal deformasyonu" yüzünden eğrilip bükülmeleri. Çoğu ev yamuk, ama yine de çok güzeller. Dış cephede yapılacak herhangi bir değişiklik için çok ciddi makamlardan izinler alınması gerekiyormuş, çünkü çoğu kültür mirası adı altında korunuyormuş. Şehirlerine bu şekilde sıkı sıkıya sahip çıkmaları güzel. 


Geldik gittik, lalelerden bahsetmemek ayıp olur tabii! Suya kurulu çiçek pazarları, her yerde satılan lale soğanları ile rengarenkti bu haftasonu şehir. Hep öyledir gerçi ama tepede parlayan güneş de çok etki etti sanırım benim Amsterdam'ı sevmeme. 10 tane lale soğanını da annem için aldım, çok sevinecek :) 


Açıkçası Heineken gezisi benim pek aklımda yoktu, ama çok methettiler, merakımdan girdim fabrikaya. 100 yılı aşkın bir süredir dünya pazarlarında varlık gösteren bu marka, Hollanda halkının gurur kaynaklarından biri. Eski fabrikalarını interaktif bir müze haline getiren Heineken grubu, miraslarını ziyaretçilerle paylaşıyor. Sponsorluk yaptığı şampiyonlar ligi için ayrı düzenlenmiş bir salon, herkesin barmenlik deneyimini bir kere yaşaması için verdikleri 5dk'lık mini eğitim ve bira tadım seansları muazzamdı. Çok sevdim. 





Şehri biraz da kuşbakışı inceleyelim derseniz, Paskalya nedeniyle merkeze kurulan lunaparktaki devasa dönmedolaba binin o zaman derim. Benim yükseklik korkum vardır, ancak Eiffel'e de, bu dönmedolaba da binerken garip bir cesaret aldı beni. En tepede baya çığlık attım tabii :) Ama burası Dam meydanı dedikleri yer, farkındaysanız çok yüksek binalar yok, ben o açıdan çok sevdim. 


Evet arkadaşlar. Bu bir ev. Bildiğiniz özel mülk. Turistik bir kare değil belki, ama ben o kadar beğendim ki, siz de görün istedim. Aklıma boğaz kenarındaki yalıları getirdi. 


Bu kare kanal turumdan. Şehri deniz yolu ile keşfetmek de güzeldi, ama ben fotoğraf çekeceğim diye dışarda durmaktan dondum tabii.





Gelelim asıl konuya, Bisikletler! Her yerdeydiler. Ömrümde bu kadar bisikleti birarada gördüğümü hatırlamıyorum, işin en zorlu kısmı, onları hareket halinde de görmekti :) Karşıdan karşıya geçerken, yolda yürürken, kaldırımda yürürken falan asla affetmiyorlar. Bir "çling!" sesi ile kendinize geliyorsunuz, ve hemen yoldan çekilmeniz gerektiğini anlıyorsunuz :)
Bisikletleri o kadar sevdim ki, bazılarını fotoğrafladım. Frenli bisiklet de kullanıyorlar, ama  kontro-pedal dedikleri bisiklet türleri de revaçta. Fren yok, pedalı geriye çevirip yavaşlıyorsunuz. 

Bisikletler çok şey için kullanılabiliyorlar. Mesela şehirde pek bebek arabası yok, bisikletlerin önüne monte edilen bir eklenti ile bütün aile bu vasıta tepesinde yolculuk edebiliyorlar :)
Burada yaşayan arkadaşımın dediğine göre çoğu bisiklet ikinci el'miş bu arada. Hollanda'lılar baya cimridir diyor kendisi :)
Bu arada, şehirde bisiklet hırsızlığı da çok fazlaymış, her sene 60bin bisiklet çalınıyormuş. Türkiye'de bu kadar bisiklet olsa ne olurdu tahmin bile edemiyorum ben, rakam yine iyi gibi duruyor. 
Resimlerini malesef çekemediğim, ama beni çok etkileyen bir yer daha var, o da Red Light District tabii. Aklınız varsa fotoğraf çekmeyin dediler, hiç davranmadım. Yüzyıllar önce seferden dönen Hollanda'lı denizcilere kadınlarla birlikte olabilsinler diye tahsis edilmiş, genel evler ve eğlence mekanları ile dolu bir uzun, kırmızı cadde. Vitrinlerde hayat kadınlarının olduğu bir yer. Evet belki yasal olabilir, evet Avrupa ülkesi falan ama kadının bu şekilde, mal gibi vitrinde sergilenmesi bana dokundu açıkçası. Sevemedim. Caddenin civarları da coffee shop'larla dopdolu, o yüzden bu bölgenin biraz "kafası güzel."


Paskalya nedeniyle şehire kurulmuş olan lunaparktaki dönmedolap. Salıncakları görüyor musunuz, sağdaki? Bir ara hayli niyetlendim de, sonra gözüm almadı :)


Burası ise, NEMO. Yani, Amsterdam'ın en büyük teknoloji ve bilim merkezi. Gemi gibi bir yapısı var, denizcilik tarihlerine bir saygı duruşu olsun diye yapılmış. Güvertesine, yani tepesine çıkılabiliyor, ben çıkmadım ama manzarayı hayal edebiliyorum :)

Post'u bitirmeden önce, 10 maddede çok minik özetleyeceğim size izlenimlerimi.

1. Şehir küçük.
2. Yoldan giden metro / tren karışımı araçlar baya kullanışlı.
3. Bisikletler çok. Herkes bisiklete biniyor, kendilerine ayrılan yollar inanılmaz. Trafikte hep öncelikliler, gidecekseniz buna dikkat edin. 
4. İnsanlar :) Şahsen, nasıl bu kadar nazik ve sevecen kalabildiklerini anlamadım, bu kadar turistik ve kalabalık bir şehirde. Kafaları güzel gezdikleri için belki? Esrar satışı legal, biliyorsunuz :)
5. Bu legal hareketten dolayı bütün şehir ot kokuyor, ama bence berbat kokuyor. Migrenim yakalıyordu beni bu yüzden az kalsın.
6. Kanallar. Çok güzeller, ama genel bir pislik hali var. 
7. Şehir pahalı, Paris'le yarışır bu konuda. 
8. Peynirler. Normal, kekikli, acılı, pesto soslu, fesleğenli, marihuanalı (!) ama hepsi çook lezzetli peynirler. Mutlaka deneyin. 
9. Halkın ingilizce konuşmadaki akıl sır erdiremediğim becerisi. Konuştuğum herkes bir anchorman, bir BBC muhabiriydi sanki. Hala şaşkınım.
10. Gidin ve görün mutlaka. Çok güzel şehir :) 

Şimdilik bu kadar. Amsterdam ile ilgili birkaç post'um daha olacak sanırım, size anlatmak istediklerim bitmedi. Umarım keyif almışsınızdır, sevgiler!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

atış serbest!