24 Eylül 2010 Cuma

Yol.

Bu blog'u açtığımdan beri hep konulu yazılar yazıyorum.bir haber,izlediğim bir film veya okuduğum bir kitaptan ilham alıp sizinle paylaşıyor,bunların üzerine konuşuyorum.
Ama bu gece ilk kez,hiçbirşeyden konuşmak istemiyorum.
Aslında çok güzel bir gündü,işten çıktıktan sonra okul arkadaşlarımla Taksim-Nevizade'de eğlendik biraz,keyifli bir sohbet ortamında ,bol kahkahalı 3 saat geçirdim.Ama buluşma esnasında öyle konular konuşuldu ki,artık üniversite gençliğinin o geniş,konforlu ortamından sıyrıldığımızı farkettim.İş bulma,yüksek öğrenime devam etme,ve -erkekler için- askerlik gibi çoğu yetişkin uğraşına sardırmış ve dertlenmiştik resmen! Gerçi ben üniversite 2. sınıftan beri çalıştığım için iş hayatı bana yabancı değil ama diğer arkadaşlarım çok daha temkinliydi bu konuda.Ortak noktamız ise,hiçbirimizin ibreyi ne yöne doğrultacağını bilmemesiydi.Ne yapmak istemediğini bilmeyen,teorik öğretim sistemi ve sıfır öğrenci odaklı üniversite politikası kurbanlarından sadece 8-10 tanesi bugün bir masa etrafında geleceklerinden konuştu öylece.
Sonuç: elde var sıfır.Kararsızlıkla verilmiş ve her an dönülmeye hazır kararlar,"ya sonra çok pişman olursam" larla dolu tereddütler ve çekincelerle ömrümüzü ne kadar hızlı ve hunharca tüketiyoruz! Elbette ki her duyduğumuza gördüğümüze bodoslama dalalım demiyorum ama,ne kadar da farkındalıktan uzak ve küçük kaygıları büyüterek yaşıyoruz,bugün onu fark ettim.
Klişe gelebilir ama,böyle olmamak lazım.Onu da anladım.
Öylece geri çekilip hayatının akmasına seyirci kalma diye bir laf vardır ya,bazen de biraz seyirci kalınmalı ve beyin dinlendirilmeli bence.Yoksa yeni şeylere başlamak için insanda heves kalmıyor,onu da anladım.
Bu seferki biraz kısa bir post ama tamamen içimden gelenleri yazdım size.Garip ama güzel bir gündü,çıkarımlarımı da sizinle paylaşmak istedim.Okursanız ve bana katılırsanız ne mutlu.Ben şimdilik Boccherini'den muhteşem bir konçerto açıyor ve yavaştan uyumaya hazırlanıyorum.Müziksiz asla uyuyamam:) Hepinize iyi geceler.

22 Eylül 2010 Çarşamba

who needs a wampire in a Volvo when there's Chuck Bass in a limo?

Efendim daha önceki yazılarımdan birinde,dünya gençliğinin yeni fenomeni olan "Alacakaranlık" serisinden bahsetmiştim.Serinin son filminin 2 parça halinde vizyona gireceği söylentilerinin kucağında da olsa bu çılgınlık hala dünya arenasında ses getiriyor.Fakat dünya gençliğinin bir fenomeni daha var ki bu da bahsedilmeye değer bir yapım.Alacakaranlık gibi mistik bir hikayeden ziyade,daha bir sosyetik,daha bir avangard:Gossip Girl.
Bu fikri dün akşam Twitter'da rastladığım bir tweet'den aldım.Post'umun başlığı oradan.Ben de ilhamı alıverdim hemen:) Fikir için https://twitter.com/gokcecann 'a çok teşekkürler ayrıca.
Gossip girl yayın hayatını tam 4 yıldır sürdürürken,gençlik dizilerinin klasik saf,yalan dolansızlık ve masumiyet üzerine kurulu senaryolarının hepsini yerlebir ederek bir anlamda ailelerin çocukları hakkındaki "benim oğlum/kızım yanlış birşey yapmaz" tabularını da salladı.Büyük konuşan kesimin lafını ağzına tıkarak durup düşünmelerini,içten içe şüphelenmelerine neden oldu.Fakat bu yolda reytingleri de altüst ederek Amerikan televizyon/film endüstrisine sağlam yeni üyeler kazandırdı.Dizinin başroldeki bütün oyuncuları bağımsız olarak filmlerde boy gösteriyor,hatta albüm çıkarıyorlar.Ve dizinin sadık hayran kitlesi tarafından da hararetle destekleniyorlar.
Peki bu diziyi diğerlerinden ayıran ne? Bir kere çoğu gençlik dizisinin geçtiği ücra,kenar köşe kasabalardaki küçük hayatların hikayesi değil bu sefer anlatılan.Bu hikaye New York,Amerika'nın en kalburüstü muhitinde,Upper East Side'da geçiyor.Ana karakterler de çok varlıklı ve ünlü ailelerin,aşırıya kaçmakta uzman olan çocukları.Hikaye ana karakter olan Serena Van Der Woodsen'ın kaldığı yatılı okuldan New York'a dönmesiyle başlıyor.Yokluğunda okulun idaresini eline almış olan çocukluk arkadaşı Blair,bu ziyaretten hiç hoşnut olmuyor.Zaten bunun bir ziyaret olmadığı,Serena'nın temelli dönüş yaptığı ortaya çıktığında eski defterler de açılıyor ve işler karışıyor.Bütün bu entrikalardan bizi haberdar eden ise,Upper East Side'ın kadrolu magazincisi Gossip girl oluyor.Bu eksende dönen dizi 4 sezondur yeni karakterler ve hareketli bir senaryoyla reytingleri sallamayı sürdürüyor.
Senaryosu zaten yeterince karmaşık olan dizi,yapımcı ekibin kıyafet ve mekan seçimleriyle de ne kadar sıradışı olduğunu ispatlar nitelikte.New York'un konsept barları,ünlü markaların mağaza içleri,5 yıldızlı otel odaları (ev olarak kullanılıyorlar) ve oyuncuların giydiği tasarım kıyafetler..Bir tanesi ayağında bir çift Christian Louboutin ile arz-ı endam ederken,bir diğeri Chanel 2.55'ini koluna takmış sokaklarda salınabiliyor.İşin garibi bunu yapanların yaş ortalamasının dizide 17 ve civarı olması.Onların dünyasında çok şey erkenden yaşanıp tüketiliyor.
Dizi Amerika'da 4. sezonuna girdi,bizde ise 3.sezonunu bitirmiş durumda.Hazır kıta 4. sezonu bekliyoruz yani:) Bu sefer mekan değişiyor,sezon başları Paris'te yaşanıyor.Blair ve Serena'yı Paris'te alışveriş çılgınlığının ortasında karşılayacağız yani:) Beklemedeyiz..
Benim kafama takılan ve endişelendiğim bir konu var.Olanca güzelliğine karşın dizideki karakterler,garip bir kesimi temsil ediyor.Çılgınca para harcar ve entrikalar içerisinde yüzerken etraflarında yaşanan güncel olaylardan habersiz olmaları bence senaryonun eksiklerinden biri.Filmler ve konuştukları ikinci yabancı diller dışında entellektüel birikimleri olduğunu gösteren hiçbir işaret yok senaryoda.Attıkları adımın örnek alındığı düşünülürse Gossip Girl hayranlarının da böyle bir hataya düşme riski mevcut.Özellikle ergenlik çağlarını yaşayanların kof bir özgüvenle çantalar dirsekte wayfarer'lar başüstünde gezinmeleri büyük tehlike.Ama yapımcıların da buna bir çare bulacağını ummuyor değilim,en nihayetinde bir 4 sezon daha entrikalarla geçmez bence.

21 Eylül 2010 Salı

istiyorum!


Bu keklerden yapabilmek istiyorum! Blog tasarımı için google görselleri talan ederken rastladım bu fotoğrafa.Cupcake'i amerikan usulü seven biri değilim çünkü fazla kremalı ve yağlı oluyorlar,ama bu resmen aklımı çeldi!Eğer bu cupcake'in kremasının nasıl hazırlandığını falan biliyorsanız yorum olarak ekleyin lütfen.Ben bunlardan pişirir sonra geçer karşılarına bakarım yahu!

Lanvin for H&M..Lucky us!

Efendim,yıllardır ülkemize teşrif etmeyen bir marka,Kasım ayınca Türk alışveriş alışkanlıklarını değiştirmek için geliyor,H&M 6 Kasım'da Forumİstanbul'da ilk mağazasını açıyor.Neden ilk mağazalarını açmak için Esenler'de bir alışveriş merkezini seçtikleri konusunda bir fikrim yok,zaten bu çok da önemli değil.Toplu taşıma veya arabanızla rahat gidilebilecek bir mesafede,çünkü Forumİstanbul büyük İstanbul Otogarı'nın çok yakınında.Otogar da gün içersinde sürekli yolcu alan bir platform olduğundan Esenler'de toplu taşıma hizmetleri geniş bir ağ çerçevesinde ve sık gerçekleşiyor.
Fakat benim size vereceğim bir diğer haber var ki,bu H&M'in marka yönetimi politikalarının ne kadar sistemli ve başarılı olduğunun bir kanıtı.Dünyaca ünlü giyim markaları ünlü tasarımcılarla birleşerek orta-üst sınıf gelir düzeyi grubuna hitap eden hesaplı ürünler pazarlamaya başladı,haliyle H&M de bu modaya uydu.Ama öyle bir ortaklık gerçekleştirdiler ki,akıllara zarar! Lanvin markasının efsanevi yönetmeni Alber Meraz,Lanvin-H&M ortaklığını doğruladı.Lüks giyim ivmelerini düşürmeden geniş kitlelere ulaşma yolunda büyük bir adım atıldığını söyleyen Meraz'ın Lanvin markasıyla H&M için tasarladığı kadın ve erkek koleksiyonu,23 Kasım'da yaklaşık 200 mağazada satışa sunulacak.Eh,umalım ki Forumİstanbul'un yeni üyesi de bu şanslı 200 mağaza içindedir.

16 Eylül 2010 Perşembe

FNO:Fashion's Night Out! Nişantaşı Rocks!

Sanırım bugün hayatımın en güzel günlerinden biriydi.Asla böyle olacağını tahmin etmediğim,işten çıkıp gitmeme rağmen yorgunluğumu görmezden gelerek çook eğlendiğim muhteşem bir gece geçirdim.Hepsi de Vogue ve Şişli Belediyesi'nin ortak çalışmasıyla meydana gelen ve bence geçmişten geleceğe Türk modasının merkezi olan Nişantaşı'nda organize edilmiş o muhteşem festival sayesinde.Festival,fuar,moda gösterisi artık nasıl adlandırıyorsanız adlandırın ama,Vogue Fashion's Night Out'a gitmediyseniz çok şey kaybettiğinizi de bilin.Ama ben sizi de düşünüyorum ve çektiğim resimlerle post'u taçlandırıyorum.Düşük çözünürlük için kusurabakmayın,işten çıkıp gittiğimden fotoğraf makinesi götüremedim,ama deneyimlerimi belgelemem gerekiyordu:)
Şimdi,ben ve kuzenim işe Valikonağı Caddesi'nden başladık.Önce biraz yürüdük ama beklediğimiz ortam Topshop'dan köşeyi dönünceye kadar karşımıza çıkmadı.Topshop bir harikaydı,içeride DJ'ler,spot ışıkları ve stil danışmanlarıyla doluydu.Kendi kombinlerimizi yapıp fotoğraf almamıza imkan tanıdılar,harikaydı.Sonrasında ise benim gözbebeğime doğru ilerledik:Burberry.Ben vitrinin önünde biraz çakılıp kalınca kuzen ayılttı beni:)Vitrinin sade ama güzel görüntüsünü de elbette sizlerle paylaşıyorum.
Burberry'nin hemen yanında ise Desa vardı ve bence caddenin başındaki mağazaların içinde müşterilerini en güzel karşılayan da Desa ve çalışanları oldu.Desa'dan yaptığınız bir alışverişin karşılığında alacağınız bir deri montta 200tl'lik net indirim sağlayan kuponları su gibi dağıttılar ve mağaza girişi önündeki müzik grubu jazz şarkılarıyla bizleri keyiflendirdi.Çok ama çok güzeldi.

Sonrasında aşağıya doğru devam ettik.Lacoste ve ikramları muhteşemdi,fakat bir yerde çok uzun kaldığımızda diğer gösterileri kaçırdığımızdan çabuk ayrılmak zorunda kaldık.Nişantaşı Billstore'un önünde çok neşeli bir kalabalık vardı,hatta ünlü moda blogger'larından Sıla Çabuk da mağazanın önünde arkadaşlarıyla sohbet ediyordu.Fashion by Siu diyeyim de anlayın bari:) sitesi için: http://www.fashionbysiu.com/

Billstore'da bir hazine bulup çıkardık resmen,gerçi ben Vogue Eylül sayısını çoktan okuyup bitirdiğimden Bora Aksu tasarımı gömleklerin Billstore'da satışa çıkacağını biliyordum ama,gömlekler resmen sanat eseri çıktı:) Hepsi birbirinden güzeldi ve fiyatları da gayet uygundu.

Buradan da kendimizi atıp aşağıya doğru ilerlediğimizde,Parti'nin kalbine gelmeden hemen önce Valentino'nun muhteşem vitrinine de vurulduk tabii.İçeri girmedik fakat mağazanın hemen önüne serilen kırmızı halı ve vitrinden içimizdeki alışveriş canavarlarına göz kırpan müthiş tasarımlar pek bir davetkardı:)

Bir sonraki durağımız modanın en sıradışı isminin dev mirasının kollarından biriydi.Alexander Mcqueen ve Nişantaşı'ndaki mağazası.Vitrin her zamanki gibi muhteşem,ortam ise dört dörtlüktü.Burada Vogue standı ve Bugün Ne Giydim köşesinin Nişantaşı'lı müstakbel konukları fotoğraflarını çekerek eğleniyor,bu geceden hatıra almak isteyenler ise stand ürünlerini talep ediyorlardı.Aşağıya doğru devam edecektik ama Midpoint'den itibaren kalabalık ve benim yorgunluğum arttı,çarşı içinden caddenin öbür yakasına geçerek City's güzergahında ilerledik.City's de kendini FNO havasına sokmuştu,benim en çok beğendiğim mağazalar ise GAP ve Banana Republic oldu.Ünlü makyaj uzmanları'nın hizmet verdiği NARS da gecenin parlayan mağazalarındandı.Ama dediğim gibi,tam gün çalışan biri için bu kadar gezmek bile yeterinde yorucuydu,o yüzden alışveriş merkezini terkedip yukarı doğru yolumuza devam ettik.Yukarıda ise yine FNO  mağazalarından Adil Işık,gösterişli vitriniyle müşterilerini selamlıyordu.


Adil Işık'ta da biraz inceleme yaptıktan sonra yolumuza devam ettik.Eve döndüğümde ayaklarım sızlıyordu,ama yine de bu muhteşem deneyimi her zaman yaşamadığımı bilerek içimi rahatlattım diyebiliriz.Nişantaşı seferimiz boyunca gördüğümüz ama resimleyemediğim diğer mağazalar ise,Prada,Vakko,Louis Vuitton,Tod's,Giuseppe Zanotti ve diğer bütün mağazalardı.Vitrini,karşılaması,ağırlaması vasat olan bir mağaza dahi yoktu,organizasyon her anlamda muhteşemdi.Eğer gitmediyseniz Vogue'un Ekim sayısını mutlaka edinin ve web sitesinden de muhteşem kombinleriyle fotoğraf çektiren Vogue kadınlarını inceleyin.Mutlaka yayınlayacaklardır.
Benden bu kadar.Türkiye'nin tartışmasız en iyi yayınlarından biri olan Vogue ve muhteşem organizasyonu hakkındaki düşüncelerim tamamiyle olumlu.Muhteşem bir organizasyonu alınlarının akıyla tamamlamışlar.Biz biraz erken ayrıldık ama,geride kalan modaseverlerin hala eğlendiklerini tahmin ediyorum:) Bir sonraki FNO'da görüşmek üzere,au revoir!

PS:Ece Sükan hakikaten dergilerde veya ekranda göründüğü kadar hoş bir bayanmış.Bunu da eklemek isterim.Giydiği etek süperdi! :)

14 Eylül 2010 Salı

aranıyor!



bulamadım,bulamadım.bu renkleri aramadığım yer kalmadı desem yeridir.özellikle de 505! konudan konuya atlıyorum ama,böylesi daha güzel.konusuz blog.çok şekilli.neyse,insanlık namına bu renklerden birini gören,bilen,denemiş olanlar varsa bana bir haber uçursun.509 beklendiği gibi çıkmamış ama Chanel bu,en kötüsü bile fenomen olabilir.Bu sezonun trendi Khaki kardeşlerin de en solda duranı en iyisi.407-jade'i görünce ne alaka yani yeşil?!&% olabilirsiniz ama,denedim.muhteşem.O anda almadım.Evet salaklık edebiliyorum bazen.Hoşgörün.

12 Eylül 2010 Pazar

12 dev adam!

Eveet klişe bir başlık belki.Ama kesinlikle sıradan günler yaşamıyoruz bu 12 dev adam sayesinde.Son 2 haftadır hop oturup hop kalkarak başarımızın bir rüya olup olmadığını sorguluyoruz.Hayır bu bir rüya değil ve benim bu kaydı yayınlayacağım saatlerde ya şampiyonluğu,ya da ikinciliği kutlayacağız.Evet ikinciliği de kutlayacağız çünkü bu adamlar mücadelenin ötesinde bir çabayla,kadrosunu tamamen NBA oyuncularından kurmuş olan Amerika'ya karşı mücadele ederek,final maçında Türkiye'nin namını yürütüyor,takım sporlarında ülke tarihinin en büyük başarısına imza atıyorlar.2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'na evsahipliği yapan Türkiye,başta hiç şans vermediği 12 Dev Adam'ını şimdilerde yere göğe koyamıyor.
Eylül başında turnuva başlarken içinde bulunduğumuz gruptan ikinci ya da üçüncü çıkabileceğimiz ve muhtemelen çeyrek finalde eleneceğimiz konuşulurken şimdi ülkemizin basketbol milli takımı şampiyona finalinde.Peki buraya nasıl geldik? Hemen anlatayım;Fildişi Sahilleri,Rusya,Yunanistan,Porto Riko ve Çin ile yapılan grup maçlarının tamamını kazandıktan sonra Fransa ile çeyrek finale çıkmak için mücadele ettik ve çeyrek finalde de Kuzey Avrupa'nın basketbol ekollerinden birini temsil eden Slovenya'yı geçtik.Yarı finalde yine bir ekolün temsilcisi Sırbistan'ı Kerem Tunçeri'nin son saniye basketi ve Semih Erden'in son salise bloğuyla geçtikten sonra,şimdi bu gece Amerika ile final maçını oynamaktayız.Ben size bu satırları yazarken oyunun 4. çeyreği oynanıyor ve rakip takım bize fark atmış durumda.NBA kurallarıyla ve müthiş atletik yetenekleriyle oynayan bir Amerika'ya ne yaparız bilinmez ama,benden bir helal olsun gidiyor sahada ter döken 12 dev yüreğe.Evet şimdi baktım,skor 57-76 Amerika lehine.Olsun.Ben kendi şahsıma basketbol kurallarından veya bu işin oyuncu kısmının inceliklerinden anlamıyorum.Kim nerede oynarsa daha verimli olur falan,o konularda sağlıklı yorum yapamam.Ama bildiğim bir şey var ki,o da bu takımın şu belirsiz ve bulanık günlerde,ülkenin ufkuna bir güneş gibi doğduğudur.Türkiye Milli Basketbol Takımı bir ilki başarmış,salonları binlerce insanla doldurmuş ve ülkesini en iyi şekilde temsil etmiştir.Yenseler de yenilseler de hepsi kalbimizin en güzel yerinde.Alkışlar bu 12 dev adam için gelsin;
4-Cenk Akyol
5-Sinan Güler
6-Barış Ermiş
7-Ömer Onan
8-Ersan İlyasova
9-Semih Erden
10-Kerem Tunçeri
11-Oğuz Savaş
12-Kerem Gönlüm
13-Ender Arslan
14-Ömer Aşık
15-Hidayet Türkoğlu

Ben bu yazıyı bitirirken son 25 saniyeye girdik maça.Skor 81-64 Amerika lehine ve onlar altını alırken,biz ikinci oluyoruz.Herşey için teşekkürler 12 Dev Adam,kalbimizin en güzel yerinde var oldun,var oluyorsun ve olacaksın.Hepiniz ayrı ayrı eşsizsiniz.Hep birlikte nice güzel başarılara.